Urla Sokaklarında
Son iki sene içerisinde İzmir’in Urla ilçesi ve çevresinde bir grup kaybolma vakaları yaşandı. Hangi vakaların size anlatacağım durumla bağı olup olmadığını tam olarak kestirmek mümkün olmasa da, en az elli kişinin bu dönemde Urla’da yaşanan ve doğaüstü kaynaklara sahip olaylardan ötürü öldüğünden şüpheleniyorum. Elbette bu sayı, kaybolma olayların sorumlusu olan ve kendileri de korkunç bir sonla karşılaşanan on beş kişinin de eklenmesiyle beraber giderek artıyor.
Bu korkunç sır perdesini aydınlatmak, hem burada yaşanan olayların bir daha asla yaşanmaması için, hem de kurbanların ailelerinin içlerinin rahatlaması açısından çok önemli. Ancak hikaye oldukça uzun, dallanıp budaklanmalı ve tek bir oturuşta anlatması oldukça sıkıntılı, dolayısıyla önümüzdeki dört hafta boyunca, yavaş yavaş Urla’daki olayların sebebi ve gerçek doğasını size aktaracağım.
Başlangıç olarak, olayarın bulabildiğim en eski kaydını, yani olayların arkasındaki varlığın doğrudan hayatına girmesine rağmen kurtulup hikayesini yazıya dökebilecek kadar uzun yaşamış Volkan’ın hikayesini duymanız gerekiyor. Bu yazı, Volkan tarafından yaklaşık üç ay önce kaleme alındı ve benim korumama bırakıldı.
Volkan’ın başına gelen olaylar, Urla’nın merkezi ile iskelesinde yaşandı ve Urla’ya senelerce musallat olmuş yaratığın gerçek doğasını ve güçlerinin ölçeğini anlamak için önemli bir kaynak oluşturuyor.
Kabuslarıma musallat olan ve eninde sonunda hayatımı da alacağından hiç şüphem olmayan varlıkla şu ana kadar iki defa karşılaştım.
Bu karşılaşmalardan ilki, yaklaşık iki sene önce yaşandı. Covid’in henüz yeni başladığı dönemlerde üniversite ikinci sınıfta okuyordum, derslerin uzaktan olmasına rağmen ucuza kiraladığımız evin sözleşmesi devam ettiği için memlekete gitmek yerine dönemi Urla’daki evimde bitirmeye karar vermiştim. Dönemin sonlarına yaklaştıkça ve hava ısındıkça kendimi giderek evde kısılı hissetmeye başladım. Akşamları hava biraz serinlediktedikten ve güneş binaların arkasına çekildekten sonra, kendimi Urla sokaklarında yürüyüş yapmaya başlarken bulmamın sebebi buydu sanırım.
Haftalar ilerledikçe yürüşlerimin uzunluğu artmaya başlamıştı, akşamüzeri başlayan yürüyüşlerimden geri döndüğümde artık hava hafifçe kararmaya başlıyordu. Kulaklıklarımı taktıkan ve kafama da beni akşamüzeri güneşinin tek tük ışınlarından koruması için bir şapka geçirdikten sonra kendimi Urla’nın boş sokaklarına atmak, kimi zaman bir dondurma, kimi zaman da soğuk bir kahve alıp kafamın okul ve ailemin problemlerinden uzaklaşmasınıza izin vermek günümün en güzel kısmı haline gelmişti.
Urla’nın belki de beni en şaşırtan yanlarından biri işte bu sokaklarıydı. Herhangi bir mantıklı düzenden uzak sokalar, doğrusunu söylemek gerekirse insan eliyle yapılmış olmaktan çok, vücudun derinlerinden gelip dokuları kaplayan kılcal damarları andırıyordu, bu yüzden, yürüyüşlerim bir çok kez herhangi bir yere çıkmayan, aslında azıcık devam etse başka sokaklarla kesisecek dar çıkmaz sokaklarda bitmişti.
Merkezdeki bölgelerde sokakların bu darlığı, sinyali kesiyor, herhangi bir harita uygulamasını kullanmanızı imkansız hale getiriyordu. Eskeza birilerinden yol tarifi alsaydınız bile, sokakların eciş bücüş açılarla kesişmesi; Sokakların, evlerin, hatta bitkilerin bile birbirine benzerliği, bu ara sokaklar arasında yolunuzu bulmayı imkansız hale getiriyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse, kendi evimin yolunu sağ salim bulabilmemin tek sebebi, genellikle merkezi baştan başa yürüyerek geçmem, anayola çıktıktan sonra da bu sokak cümbüşünün etrafından dolanıp, daha dışarda yer alan evime ana yoldan gitmemdi.
Beni hiç yanıltmayan bu yöntem, malesef bir Haziran akşamı tamamen başarız oldu. Bir şeylerin yanlış olduğunu fark etmemi sağlayan ilk şey gökte beliren dolunaydı. Her ne kadar son iki aydır yürüyüşlerim giderek uzuyorduysa da, daha önce güneşin tamamen battığını hiç görmemiştim. Şimdiye kadar merkezden çıkmış olmalıydım, diye düşündüm kaşlarımı çatıp. Elim refleksle telefonuma gitti, ancak sinyal yoktu. Saat sekiz, sekiz buçuğa yaklaşıyor olmalıydı, yani yaklaşık iki saattir yürüyordum.
Daireler çizmeye başladığıma emin olduğumda, geldiğim yoldan bir kaç sokak geri gitmeyi denedim önce, fakat kendimi başladığım yere çok benzeyen başka bir sokakta bulmam dışında elime çok bir şey geçmedi. Yarım saat boyunca aynı yönde yürümeyi denediysem de, bu çabalarımın tek sonucu, gene geçtiğim her sokağa benzeyen bir ara sokakta telefonuma indirdiğim müziklerin bitmesiyle etrafımın sessizliğe bürünmesi oldu.
Kalbim sıkışmaya başlamıştı. Çaresizce yol tarifi almak için hala açık olan bir bakkal aradıysam da, etrafta sadece apartmanlar vardı. Belki birilerine rastlar ya da ana sokağa çıkarım umuduyla yürümeye devam ettim. Artık o umudum da tükendiğinde umutsuzluktan bir evin kapısını çalmama ramak kala, kendimi kaldığım apartmana bakarken buldum.
Eğer yorgun olmasaydım, belki bir şeylerin ters olduğunu anlayabilirdim, ama saatlerce yorgun düştükten sonra dolunay ışığının aydınlattığı apartmanın inanılmaz davetkarlığı, belki de sokağın hafif çarpıklığını görmemin önüne geçti. Fark ettiğim tek şey, etrafın tamamen sessiz olmasıydı. Evimi görmenin rahatlığı bile sokağın kulaklığımla bile sıradışı sessiz olduğunu hissetmemi engelleyememişti. Gene de bunu gecenin geç saatine verip bahçe kapısını araladım, ve apartmana girdim.
Kapının önünde içimi bir gerginliğin kapladığını hisettiysem de, bunu da yorgunluğuma verip anahtarı deliğine soktum ve çevirdim. Kapı ilk çevirmede klikledi ve hafifçe ileriye hareket etti. Elim anahtarın üzerinde donakaldım ve evden çıkmadan kapıyı kitleyip kitlemediğimi sorguladım bir an, yutkundum ve sessizce kapıyı iteledim. Perdelerim, ay ışığının içeri girmesini engelliyor, salonu ve evin geri kalanını zifiri karanlığa boğuyordu. Kapı eşğinin ötesini görmek imkansızdı.
Elim kapının hemen yanındaki düğmenin üzerinde durakaldı, zihnim bana bir şeylerin düzgün olmadığını, bir şeyin değiştiğini çığlık atıyordu, ışığı açmamam için yalvarıyordu adeta. Kapının girişinde bir kaç saniye dikildikten sonra, elimi düğmeden çekip yavaşça sol kulaklığımı çıkardım.
Apartman boşluğunun sessizliğinde, iki ses duyuluyordu. Bunlardan biri benim kalp atışlarımdı, fakat diğeri, daireninin içinden gelen kısık ama varlığı reddedilmez, karanlığın ilersinde, görüş alanımın dışında olan biri ya da bir şeyin nefes alıp veriş sesleriydi.
Kapıyı sertçe kapatıp koşarak kaçtım, kendimi sokaklara attım. Ta ki nefesim yetmeyene kadar koşmaya devam ettim, ondan sonra da yürüdüm, güneş çıkana kadar durmadım. Şafaktan yarım saat kadar sonra da kendimi ana yolda buldum. Bildiğim yoldan evime, gerçek evime, dönene kadar rahat bir nefes alamadım o gün.
Varlığın bu şekilde önüme ilk çıkışı sanırım beni korkutmak içindi, bana gerçek gücünü göstermiş, gerçekliği bile bükebileceğinin sinyalini vermişti. Ya da belki de karşıma çıkışı tamamen planlı değildi, belki de yaşadığım yer, dışarı çıktığım zaman, hatta doğuştan gelen özelliklerim sıradan gerçekliğimizden dışarıya kaymama izin vermişti.
Her şekilde, bir daha dönmesinin korkusunda yaşadım hayatımı, akşam yürüyüşlerime son verdim, hatta kentin o bölgesine uğraşamaz oldum. Ancak gene de, her nasıl o varlığın gerçekliğine bir kez girdiysem, yolumu bir kez daha o boş sokaklara bulacaktım.
Aradan iki sene geçmişti. Pandeminin kırılmasından ötürü okulumuz yavaş yavaş yüzyüze eğitime geri döndüğünden, bir çok arkadaşım da Urla’ya geri taşınmışlardı. Sosyal hayatımızın azıcık da olsa canlanmasıyla beraber, kimi geceler, arkadaşlarımla Urlalılar arasında “İskele” olarak bilinen, kafeler ve barlarla dolu bölgesinde eğlenerek geçirirken bulmuştuk.
Beş aydır birlikte olduğum sevgilimden ayrılmamın gecesinde, arkadaşlarımla gene bu barlardan birine kafa dağıtmak için gittik. Haziran sıcağı buram buram etrafı kuşatmıştı, hava nefes alınamayacak kadar yoğun, bir o kadar da hareketsizdi. Bir kaç kadeh devirdikten sonra etrafımı seçmekte dahi zorluk çeker oldum, gözlerim bulandı, kafamla bizimkilere dışarı çıkacağımı işaret ettim, yalpalayarak kendimi dışarı atıp, kaldırıma çöktüm.
Etrafın sessizliği birdenbire üstüme çöktü, kendimi tutamayıp arkama yaslanmamla beraber kafamın öne düşmesi bir oldu. Bilincim yavaşça kayıp giderken en son hatırladığım şey garip bir huzur ve kabulleniş hissiydi, daha sonra karanlığa gömüldüm.
Kendime geldiğimde halen geceydi. Gözlerimi açmadan önce gördüğüm rüyaların kırıntıları zihnime zar zor tutunuyorlardı, hatırladığım tek şey soyut şekiller ve hislerdi. Ancak gözlerimi açmam ve dolunayı görmemle beraber zihnimi kaplayan huzur buharlaşarak yokoldu. Ayağa sıçrayıp dengemi kaybettim, yere kapaklanıp dizimi kaldırım taşlarına vurdum, küfredip biraz yerde tepindikten sonra etrafımı farkına vardım, gecenin yarısında, İskele’nin ücra bir köşesinde tamamen yapayalnız kalmıştım.
Dizimden kanlar aka aka bar kapısına yüklendim, ancak kapı açılmadı. Çaresizce kapıyı yumruklamaya başladım, bir süre sonra hisettiğim çaresizlik, yerini terkedilmiş olmanın yol açtığı haklı öfkeye bıraktı, telefonumu açıp arkadaşlarıma ulaşmayı denedim, ancak telefonum çekmiyordu. Etrafıma bakındım ve o gece ilk kez tam olarak ne kadar yalnız olduğumun farkına vardım. Etrafta tek bir insan ya da hayvan yoktu. Normalde sokakları dolduran ve kenarda köşede uyuyan sokak köpekleri bile sırra kadem basmıştı.
Yalnızlığımın içime işlemesiyle beraber, hisettiğim öfke yerini önce korkuya sonra da derin bir dehşete bıraktı. İçinde bulunduğum durum, yıllar önce yaşadığım olayı ürkütücü bir derecede andırmaya başlamıştı. Olduğum yere yıkılıp hüngür hüngür ağlamaya başladım, belki de kader, iki sene önce ucu ucuna kurtulduğum korkunç sona itiyordu beni. Belki de bu iki senelik yaşamım kaderimde olmayan bir lütuftu ve lütfun sonu gelmişti.
Gözlerimdeki yaşları silip kendimi ayağa kalkmaya zorladım, dizimin ağrısına rağmen zorlukla sokaklarda yürümeye başadım, belki de sabaha kadar hayatta kalabilirsem bir kez daha canımı kurtarmam mümkündü. Medeniyete ulaşmaya yönelik bütün çabalarıma karşı sokaklar bomboş durmaya, yollar da tekrarlamaya devam ettiler. Ancak beni asıl dehşete düşüren şey, ayın gökyüzünde hareket etmemesiydi. Zaman adeta durmuştu.
Bir ara dizimdeki yara kanamayı bıraktı. Her ne kadar artık elimle bastırmak zorunda olmadığımdan biraz rahatladıysam da yürümek halen acı veriyordu. Bu şekilde geçen bir kaç saatten sonra, kendimi bir otelin önünde buldum.
Kapısını itekleyip topallayarak avlusuna girdim otelin. İçerisi, yanan gaz lambaları dışında ince bir toz katmanıyla kaplanmış mobilyalardan oluşuyordu, kimi çürümüş, kiminin üstünde ise örümcek ağları birikmişti. Gene de kendimi sokakların dışında bulmanın sevinciye yanıp tutuşuyordum. Öyle ki resepsiyon masasının arkasında duran yaşlıca adamı ancak öksürdüğünde fark ettim.
İrkilerek kendisine baktığımda beni korkutan yegane şey adamın sıradanlığıydı. Elli altmış yaşlarında, günlük hayatta sokak başında karşılaşabileceğiniz bir adamdı, takım elbisesini giymiş, sinekkaydı tıraş olmuştu, düpedüz klasik bir otel resepsiyonistiydi. Yüzüne resmi bir gülümseme yerleştirdi bana hitap etmeden önce, “Gecelik oda mı istiyorsunuz?”.
Sorusunun sıradınlığı da aynı adamın sıradanlığı gibi beni ürküttü, “Efendim?” diye şaşakaldım, Resepsiyonist hiç istifini bozmadı, “Gecelik oda mı istiyorsunuz dedim efendim.” diye tekrarladı sözlerini sakince. Gözlerimi kırpıştırdıktan sonra, “Telefonunuzu kullanabilir miyim?” Diyebildim sadece, adam kafasını hafifçe eğdikten sonra ısrarını sürdürdü, “Yorgun görünüyorsunuz, önce dinlenmek istemez miydiniz?” Durumun acayipliğini anladığımda arkamı dönüp otelden çıkmaya yeltelendim, ancak kapıya ulaşamadan sol kolumu pençe gibi soğuk bir el kavradı. Respsiyonist’in tekdüze sesi kulağımda yankılandı, “Müessesemizin ikramı, lütfen, ısrar ediyorum.”
Arkamı dönüp adamla yüzyüze geldim, gözlerinin derinlerinde yüzen sinsi bir şey beni adamı izlemeye ikna etti. Zoraki bir gülümseyle kafamı sallayarak onay verdim, Resepsiyonist de gülümsedi, ve beni odama götürmeye başladı. Peşisıra yürürken onlarca kapının önünden geçtim, sıradan otel kapıları değildi bunlar, her kapının üstünde bir plaket vardı evet, fakat plaketin üstünde oda numarası yerine isimler yer alıyordu. Kimi plaketler başka plaketlerin üzerine çakılmıştı. En sonunda benim odama vardık, kapısının üstünde ismim yazan odaya. Gözlerim “Volkan Tekin” yazısına kitlendi.
Resepsiyonist kapının kilidini açmak için hareketlendi, ancak kapının öte yanından gelen sesi duyunca elinde anahtarla kalakaldı, işaret parmağını dudağına götürüp sus işareti yaptı bana gülümseyerek, sonra da kulağını kapıya dayayıp dinlemeye başladı, bir süre sonra gülümsemesi somurtmaya dönüştü, ben ne olduğunu soramadan omuzlarımdan birinden kavradı beni ve kapıya işaret etti, “Dinle” dedi sadece.
Başka çarem olmadığından ve Resepsiyonist ödümü kopardığından, kulağımı kapıya dayayıp dinleme çalıştım. İlk önce sesin ne olduğunu seçemedim, ancak resepsiyonist memnuniyetsizce “Hâlâ sindiriyor.” dediğinde duyduğum sesin şüphe verici biçimde organik bir yapısı olduğunu farkına varabildim.
Resepsiyonist gene omzumu kavrayıp beni yanına çekti “Erkencisin…” dedi, beraber bir asansöre bindik, titriyordum artık, kendimi bırakmıştım, “Genelde erken gelmezsiniz… Baksana, senden önceki henüz bitmemiş” dedi kahkaha atarak, çürümüş nefesi burnuma vurduğunda içimdeki mide bulantısı doruk noktasına ulaştı, asansörün kapıları ufak bir “ding” sesiyle otelin çatısına açılırken kendimi tutamayıp midemi binanın çatısına boşalttım.
İstifini bozmayan Resepsiyonist beni çatının kenarına götürünce ancak konuşabildim “Lütfen beni öldürme” diye kekeledim, Resepsiyonist gene güldü. “Hayır… Seni geri göndereceğim.” dedi arkama geçerek.
Etrafıma baktım. hava ölüydü, tek bir rüzgar bile yoktu, Urla karanlığa gömülmüştü, körfez bile hareketsizdi. Durumumu kabullenip kendimi kaçınılmaz düşüşüme hazırlarken, Resepsiyonist kafamı elleriyle kavrayıp yukarı doğrulttu ve beni aya bakmaya zorladı.
İlk başta hiç bir şey olmamasın rağmen, midemde biriken dehşeti hissedebiliyordum. Ay bir göz gibi açıldığında ve eskiden Ay’ın olduğu yerde beliren göz bebeği bana kitlendiğinde kendimi kaybettim ve Resepsyoniste dirseğimi geçirdim, delice bir kahkaha atıp beni aşağıya ittirdi ve düşmeye başladım. Bakışlarımı yaklaşan karanlığa kitledim. Her şey Ay’a bakmaktan daha iyiydi, gözlerimi kapattım, gerçeklik kanamaya başladı ve kendimden geçtim.
Kendime geldiğimde hâlâ barın önündeki kaldırımdaydım, arkadaşlarım beni sarsıyorlardı, gözlerimi açtığımda bir süre alay konusu oldum. Öyle ki kendim de bu alaya katıldım bir süre sonra, belki de benimkisi yaşadığım şeylerin gerçek olmadığına kendimi inandırmak için girdiğim boş bir çabadan ibaretti…
Bu geceden beri gerçeklik algım tamamen değişti. Zaman zaman, uyku yaklaşırken, gerçekliğimizin hemen yanında bulunan ve buraya kanayan orayı görebiliyorum. Resepsyonist ve hizmet ettiği güçlerin beni beklediği otel, kavrayışımızın hemen ötesindeki bir boyutta saklanıyor. Dar sokakları ve sahte vaatlerle oraya çekilen sefil ruhları izleyen sahte-Ay’ıyla, gecenin hep hüküm sürdüğü bir boyut onlarınki. Halim buyken, gece yatağıma yatmak ve uyumak benim için bir işkence haline geldi, çünkü korkarım bir gün gözlerimi kapatacağım ve açtığımda artık burada olmayacağım.
Urla - Haziran 26, 2020