Bir Zamanlar, Urla'da
Otelin avlusunda hayat her zamanki gibi tekdüze, gelen misafirleri karşılamak, isimlerini almak, odalarına taşıması için komiye işaret etmek can sıkıcı bir görev. Ancak her şeyin istediğim gibi olması için görevi yerine getiren kişinin ben olması çok önemli. Ne zaman canım sıkılacak olsa, bu tekdüzeliği bozmak için ufak bir ıslık çalıyorum, bana Efendimin öğrettiği, damarlarda akan kanı andıran pek güzel bir ezgi bu. Yakında, bizzat Efendimden duyacağım bir ezgi.
Sızdığım kütüphane sandalyesinde irkilerek doğruldum, dışarıda, bulutlar güneşi örtmüş, karanlık basmıştı. İzmir yazına özgü, şaşırtıcı dercede güçlü olabilen yağmurlardan biri, Enstitü kütüphanesinin camlarını dövüyordu. Etrafımdaki masalardan gelen sınavlarına çalışan öğrencilerin kalem ve klavye seslerinin ritmik yapısı, yağmurun sesiyle bana kumpas kurmuş, köydeki geceden beri haftalarda başıma bela olmuş uykusuzluğumu fırsat bilip beni uykunun kollarına itmişti. Homurdanarak önümdeki masada duran bilgisayarın klavyesini dürtükledim, ekran açıldı, saat sekize yaklaşıyordu, yakında Urla’ya giden ilk otobüs kalkacaktı.
Gözlerimle etrafı süzdüm, herkes final sınavlarına hazırlanmakla uğraşıyordu. Kendi yaptığım araştırmanın karanlık doğası, sanki etrafımdaki insanların saflığının getirdiği kutsallığa leke sürüyormuş gibi hissettim ister istemez. Bir başka geceyi daha köy hakkında herhangi bir bilgi kırıntısına ulaşmak için harcamış, gene başarısız olmuştum. Şimdi de başarısızlığımı kabullenerek, yağmurda ıslana ıslana kendimi otobüs durağına sürüklüyordum.
Otobüs, yolunu yirmi, yirmi beş dakika gibi bir zamanda tamamlıyordu. Bu uykusuz halimle araba sürmem zaten imkansızdı. Köydeki olaylardan sonra yaşadığım haftaları tanımlaması için seçebileceğim yegane kelime uykusuzluk olduğundan, gene de kendimi bir şekilde evden kampüse, kampüsten de eve sürüklemem gerektiğinden, otobüs hiç değilse bunu güvenli bir şekilde yapmamı sağlıyordu. Daha önemlisi, o lanet otobanı tek başıma geçmekten ölesiye korkmamdı. Şayet bir kez bile o yolu tek başıma kat edersem, gerçeklikler arasıdna ufak bir çatlağa düşüp, yolumu asla geriye bulamayacağıma ikna olmuştum bir kere.
Otobüs; ben, iki üç tane mimarlık öğrencisi ve sürücünün kendisi dışında bomboştu. Otobüsün ilerisinde, motora yakın, herkesten uzakta boş bir koltuğa oturdum ve yağmur sesiyle birleşen kısık sesli konuşmaların beni bir kez daha uykuya daldırmasına izin verdim ister istemez.
“Ateş” diye fısıldamıştı bir keresinde bana, daha genç olduğum zamanlar.“Ateş kirleri temizler, ve müritimi bana yakınlaştırır.” Bu fısıltı senelerce benimle kalmıştı. En sonunda başladığım işi tamamlamamın zamanı gelmiş miydi? Komiyi yanıma çağırdım, yerel halktan, her şeyden habersiz, pek sıska bir şeydi “Kaç misafirimiz var oğlum?” diye sordum, “On üç” dedi. Ziyaretçi listesini karıştırdım, hepsi de turist kafilesindendi, lobideki boy aynasına gidip kravatımı düzelttim ve kendi kendime gülümsedim her şey hazırdı.
Otobüsün yolda bir çukura girip sarsılması, kafamı cama vurmama ve son haftalardır ne zaman uyusam gördüğüm rüyalardan birinden daha uyanmama sebep oldu. Fakat bu sefer rüya farklıydı. Alnımı ovuşturdum düşünceli bir şekilde. Artık alıştığım ve sürekli gördüğüm iki, üç rüyadan biri değildi bu. Bu sefer rüyalarımda gözünden gördüğüm adamın kim olduğundan emin olma şansım olmuştu, Köy’de gördüğüm ve müritini öldüren şık giyinmiş adamdı bu.
Otobüsten inerken, aklıma birden bire araştırmalarımın açısını değiştirmenin belki de sonuca ulaşmama sebep olacağı fikri geldi. Şu ana kadar hep köye odaklanmıştım, fakat belki de odaklanmam gereken şey o gece gördüğüm adamdı. İşin doğrusu, hakkında düşünmenin bile bende yarattığı hislerden ve o gece gösterdiği neredeyse doğaüstü yeteneklerden ötürü bugüne kadar onun insan olduğu düşüncesi aklımın ucundan bile geçmemişti.
Fakat, diye düşündüm kendi kendime, evimin yolunda yürümeye çalışırken, Belki de o gece kokuşmuş ritüellerine burnumu sokmam aramızda bir bağlantı yaratmıştı, ve gördüğüm bu rüyalar travmatize olmuş beynimin oyunları olmanın ötesinde bir zamanlar insan olan, çok karanlık bir yola düşerek ölümsüzleşmiş bir yaratığın anılarıydı. Hatta belki de, eğer bir zamanlar olduğu insanı bulabilirsem, başıma gelenlerin de kökenine inebilirdim.
Evimin içine girip yatağıma çöktüm, şu ana kadar gördüğüm rüyaları aklımdan geçirdim, fakat yeterli bilgi toplamam imkansızdı, adam hakkında bildiğim şeyler sınırlıydı. Bir oteli vardı, müşterilerini karşılamayı sevmiyordu fakat bir sebepten ötürü oteline giren herkezin görüntüsü ve doğası hakkında bilgi almak konusunda ısrarcıydı ve bu yüzden otelinin resepsiyonunda çalışma görevini de kendisine biçmişti. En önemlisi, Efendim dediği ve hakkında düşündüğünde onun bile beynini acıtan bir varlığa biat etmişti.
Acı gerçeği kabullendim, daha fazla bilgiye ihtiyacım vardı. Fakat rüyalarıma savunmasızca dalmak istemiyordum, şu ana kadar uyuduğum süreyle rüyalarımın süresi aşağı yukarı eşit olmuştu, bana azıcık güven veren bu bilgiye dayanarak telefonuma yarım saatlik bir alarm kurdum, yatağıma gömüldüm ve yarım saatlik bu dalışın bana zarar vermeyeceğini umut ederek gözlerimi yumdum.
“Bu gecelik izinlisiniz” diyerek iteliyorum otelin çalışanlarını. Her ne kadar hiç bir tanık bırakmamak benim için daha iyi olacakdıysa da, on üç elverişli adağa belki de uygunsuz bir isim eklemek alamayacağım bir riskti. Hayır. sayı, şekil ve enerji bakımından çok uygundular. Tek başına kalan yaşlı bir adam ve üç tane ikişer çocuklu çift. Kusursuz bir paket.
Elimi otelimin duvarlarında sürükleyerek odama çıkıyorum, benim otelim. Hayatımın bütün çalışmalarını adadığım başarım, yüce eserim. Burada, tanrılaşacağım; burada, mürit olmayı bırakıp Efendimin elçisi haline geleceğim.
Tıraş oluyorum. Aynada kendime bakıp iyi göründüğüme emin oluyorum. Sonra, pek uzun süredir yatağımın altında duran saf alkol bidonlarını dışarı sürüklüyorum, koridoru alkolle kaplamak çok kısa sürüyor. İşin doğrusu buna çok gerek olmadığını biliyorum, ne de olsa oteli inşaa ettiren benim, her şey alev almak için kusursuzca tasarlandı.
Odama dönüyorum, yatağı sürükleyerek keçi kanı ve tuzla altına çizilmiş sembollerin üstünü açıyorum ve sembollerin tam ortasında yerimi alıyorum.
Oteli alevlerin içine atmak için gereken tek şey bir kibrit. Duvarlar yanıyor, ben yanıyorum. Alevler dokularımı ve sinirlerimi yakarken, ateşlerin içinden o güzel ezgi beni çağırıyor, ve efendimi ilk kez görüyorum, Vesirhep, beni ölümlü bedenimden ayır ve elçin olarak kabul et!
Başımda şiddetli bir ağrıyla, alarm sesinin eşliğinde gözlerimi açtım, ve açar açmaz tuvalete koşup kusmaya başladım. Belki de rüyamda gördüğüm için, belki de gördüğüm şeyi anlamaya hazır olmadığım için, belki de alevlerin acısı hâlâ aklımda olduğu için adamın Vesirhep diye çağırdığı yaratığın görüntüsü tam olarak aklımda kalmamıştı, ama azıcık hatırladığım şeyler, ve bedenimde hissettiğim hayalet acı, yarım saat boyunca tuvaletin zemininde titreyerek kalmamı sağladı.
Rüyada gördüğüm şeyler otelin ya da adamın ismini anlamam için yeterli değildi, ama elimdeki ölü sayısı ve otelin yangına kurban gittiği bilgisi, gazete arşivinde arama yapmamı sağlayacak kadar yeterliydi.
Bir kaç saat sonra, aradığım haberi bulmuştum. 2 Ocak 1987 tarihinde, Urla sahilinde bulunan Oktay Otel, alevler içinde kalarak, altısı çocuk, on üç turist ve otelin sahibi Levent Oktay’la beraber dünyanın yüzünden silinmişti. Kundaklama şüphesi üzerine polis bir soruşturma başlatmıştı, ancak soruşturma sonuçsuz kalmıştı. Yerel halk ve gazeticiler, Levent Oktay’ın belki de kimi tehlikeli insanlara borçlu olduğuna, ve otelinin bu yüzden yakıldığına inanıyorlardı.
Levent Oktay, o gece cesedinden geriye hiç bir şey kalmayan tek kurbandı. Haberin üstündeki fotoğrafından bana alaycı bir gülümsemeyle bakan Levent Oktay. O gece, köyde gördüğüm Levent Oktay.
Artık Levent Oktay olmayan, Levent Oktay’dan çok daha fazlası ama aynı zamanda çok daha azı olan Elçi.
Levent Oktay ve ailesi hakkında yaptığım araştırma saatler sürdü. Urla’nın köklü ailelerinden birinin son varisiydi. Ailesinde gizemli ölümler sonucunda çok büyük bir servete konmuş, en sonunda da Urla’da Oktay Otel’i açıp emekliliğe ayrılmıştı.
Elimdeki kalemi çevirerek sandalyemde arkama yaslandım. Cevabımı bulmuştum, zengin bir iş adamı, güç arayışında kendi anlayışının çok ötesinde bir varlığa ulaşmış, ve o varlığın elçisi haline gelmişti. “Peki ya tarikat?” diye dürtükledi içimden bir ses, yüzümü buruşturdum, tarikatın bütün bunlara nasıl dahil olduğundan veya hedeflerinden emin değildim, fakat araştırmama devam etmek zorunda olduğumu hissediyordum.
Çünkü, her ne kadar eskiden gördüğüm rüyalar bitmiş de olsa, ne zaman gözlerimi kapatsam, göz kapaklarımın oluşturduğu karanlık ve huzurlu sahnenin hemen ötesinde, verdiği his tanıdık olan ve kimliğinden henüz haberdar olduğum bir gücün kırıntılarını hissebiliyordum, Vesirhep’i görmüştüm, ve korkarım ki o da beni görmüştü. Bu görüntü belki anlıktı, ancak dikkatini çekmiştim, ve beni arıyordu.
Evet, eskiden gördüğüm gibi değildi artık rüyalar, Levent Oktay’la aramdaki bağlantı belki kırılmış, ya da daha rahatsız edici bir ihtimale inanacak olursam, artık efendisiyle aramda olacak şekilde genişlemişti. Artık rüyalarımda gözünden gördüğüm yaratık, insan değildi. Hiç bir zaman insan olmamıştı, büyüktü, Urla’yı dört bir yandan kavrıyor, şehrin sokaklarına yayılıyordu. Kanalizasyonlar, borular, radyo dalgaları ve elektrik akımının etrafını sarıyordu. İnsanların geçmediği tekinsiz sokaklarda, kapıları yıllardır açılmamış yanıp kül olmuş otellerde, terk edilmiş köylerde pusuya yatıyor, seneler önce şiddetli bir şekilde yıkılmış ve ya şiddetli olmasa da en az şiddet olayları kadar derin etkiler bırakmış hadiselerden ötürü terk edilmiş kiliselerin çanlarını çalıyordu.
Bir zamanlar uzaktaydı, hapsedilmişti. Bizim gerçekliğimizin yanında duran ama ne kadar ince olursa olsun kendi başına asla aşamayacağı bir duvarla bizden ayrılmış, ayrılmaya zorlanmıştı. Onu hapsedenlerin ismi unutulmuştu, belki kendisi bile emin değildi kim olduklarından, ancak artık burada değillerdi, ve şimdi, Vesirhep yavaşça uyanırken, bizim gerçekliğimizde müritleri vardı. Bu müritler, ahmak oldukları kadar tehlikeliydiler, ve Vesirhep’i nesillerdir hapsetmiş o duvarı yıkmaya yeminliydiler.
Urla sahilinde denize bakarken, içimi derin bir umutsuzluk hissi kaplıyordu, kalbimin üstünde bir ağırlık vardı. Karanlık geliyordu, ve geldiğinde ilk öldüreceği insanlardan biri ben olacaktım. Ufku izlerken bu savaşın benim savaşım olduğunu kabullenmek zorunda olduğumu farkettim, yapabileceğim bir şey yoktu, çoktan taraflardan biri haline gelmiş, işaretlenmiş ve izlenmeye başlanmıştım ve şimdi savaşmak zorundaydım.
Vesirhep, anlayışlarımın çok ötesinde bir varlık da olsa, planında eksik giden bir şeyler olduğunu sezinlemeye başlamıştım, insanları sindirmeye o kadar alışmıştı ki, kendisini atlatabilecek, tuzaklarına düşmeyecek, yalanlarına kanmayacak birinin varlığını hiç düşünmemişti. Urla’yı saran bedeninde bu kişiyi yakalamaya çalışırken oluşan yaraları hayal meyal seçebiliyordum, ancak kim olduğunu bulamıyordum.
Belki de Vesirhep’e tarikatı üzerinden ulaşabilir, zayıf bir yönününü bulup onu yenebilirdim. Belki de hırslı davranışlarıyla beni güçlendirmiş, kendisinin sonunu getirebilecek bir varlık yaratmıştı. Evet, bunu kendi başıma yapamazdım, ancak belki de yalnız değildim.
Urla’dan denize bakarken birdenbire içimi kaplayan duygu değişmeye başladı, umutsuzluk yerini zayıf bir umuda bırakmaya başlamıştı.
Urla İskelesi - Temmuz 3, 2022